Ecz. Berat BERAN yazdı…
Bazen, rastlantıların insan hayatında ne kadar önemli olduğunun insan farkına varamıyor. Böyle bir rastlantı hayatımın akışını kökünden değiştirdi. Maarif Koleji’ne gidişimin bende, ailemde ve de Diyarbakırlılarda yarattığı sosyal depresyonu anlatacağım. Mahallemizde okuryazar oranı çok düşüktü, üniversite mezunu hiç yoktu ya da var idiyse de ben hatırlamıyorum. Ben, Maarif Koleji’ne 1961 yılında girdim. Bizim ailede okuryazar olarak rahmetli amcam vardı. İlkokulu bitirip bitirmediğini anımsamıyorum, ama okuma yazması vardı. Babam ise çat pat dediğimiz bir şekilde okuyordu, ama yazması yoktu. Ailenin genç kuşağından ben ve amcamın oğlu okula gidiyorduk.
Babamın yakın dostu, “Günay” ve “Cihan” eczanelerinin sahibi Berki Günay, hayatımın akışını değiştiren insandır. Paris’te vefat ettiğini duyduğumda çok etkilenmiştim, huzur içinde yatsın. Eskiden Anadolu’da eczaneler bugünkü aile hekimliği görevini de yaparlardı. Hastalık çok ilerlemedikçe doktora gidilmezdi. Berki amca, bizim aile hekimliğimizi yaptığı gibi sosyal danışmanlığımızı da yapardı. Babam hangi konuda sıkışsa Berki Bey’in yolunu tutardı. İlkokul son sınıftayken Berki Bey’in eczanelerinde çıraklık yapıyordum. Berki amca beni yakınında tutuyor ve çok ilgileniyordu. Çalışkan ve terbiyeli olduğumu her fırsatta dile getiriyordu.
Benden önce bir, sonra da dört kardeşim henüz bebekken öldüğünden ailede biraz ayrıcalıklı konumda olduğumu itiraf etmeliyim. Bu dönemlerde çocuk ölümleri inanılmaz bir seviyedeydi. Bağırsak ve üst solunum yolu enfeksiyonlarından istisnasız her evden bir iki çocuk, bebek veya çocuk yaşta ölürlerdi. Buradan sıyrılıp yaşayabilmemi direncime mi, yoksa şansıma mı borçlu olduğumu hâlâ bilemiyorum.
Berki Bey, bir gün babama ilkokuldan sonra beni nerede okutacağım sormuş. Babam da “Ben ne bileyim Berki Beg, sen benden eyi bilisen, nerede istisen orda okusun.” demiş. Berki amca, babama Maarif Koleji diye bir okuldan ve tüm özelliklerinden bahsetmiş. Bu okulu kazanabilirsem, hayatımın kurtulacağını ve hatta ailenin hayatının da kurtulacağını ballandıra ballandıra anlatmış. Akşam evde babam aile meclisine konuyu açınca kızılca kıyamet koptu. Kimsenin sınavı kazanıp kazanamayacağım, iki bin lira olan yıllık ücretin nasıl ödeneceği konusunda fikir ileri sürdüğü yoktu. Asıl önemli konu on iki yaşında bir çocuk nasıl olur da evden ayrı, hem de elli altmış kişi ile beraber aynı odada yatardı. Mutlaka başına bir iş gelir ve aile şerefi yerle bir olurdu. Günlerce süren bu tartışmalarda “başıma gelecek işin ne olduğu!” telaffuz dahi edilmedi ve bu nedenle uzun bir dönem ben de başıma gelebilecek işin ne olabileceğini doğal olarak anlayamadım.
İkinci sorun Maarif Koleji’nin “gâvur okulu” olmasıydı. “Gâvur okulu”nda okuyan bir çocuğun ileride, eninde sonunda, bizimkilere göre “gâvur” olacağı kesindi! Belki de “papaz olurdu”. Yok, yok bu günahı aile içinde hiç kimse üstlenemezdi ve üstlenmediler de… Bu günaha Berki amca girdi. Zaten hemen her akşam herhangi bir nedenle okuldan vazgeçiliyordu. Ama ertesi gün Berki amca faktörü mutlaka baskın çıkıyordu. En son badire ise 1.800 TL olan okul taksiti oldu. Bu kadar yüklü bir paranın okul için harcanması, aileye pek akıllı bir iş gibi gelmiyordu; ama Berki amcanın babama söylediği son cümle olayı kökünden çözüyordu, “Xello Beran’m oğlu kolejde okuyor diyecekler ve bu sana yeter Halil Ağa!” İşte can alıcı nokta buydu. Aslında babam, Berki Bey’den önce bunları yüreğinde hissetmişti de itiraf edemiyordu. Babamın eğitime ne denli önem verdiğini, daha o zaman anlamıştım. Sonunda başıma gelecek işin riski (!) ile okul taksitinin zorluğu göze alındı. Karar verilmişti okula kayıt yaptırılacaktı ama bunun giriş sınavı ile olacağı ne kimse tarafından biliniyor ne de umursanıyordu. Ben ise ilkokul eğitimimin bu sınava ve okula yetmeyeceğini sonraları öğrenecektim.
Maarif Koleji’nin giriş sınavını kazandım ve kayıt yaptırdım. Sınavı nasıl büyük bir tesadüf eseri kazandığımı ve kayıt yaptırırken nelerle karşılaştığımı anlatayım. Kazanmamın en büyük paydaşı buğday pazarının yanında av malzemeleri satan Sinan Avcı’dır.
Bizim çocukluğumuzda sokaklarda çocukların oynayabileceği çocuk parkı benzeri alanlar yoktu. Evlerimizin avluları büyük olduğundan genellikle evlerde oynardık. Çocukların evlerde gürültülü bir şekilde oynamaları annelerimizi özellikle yoğun iş günlerinde rahatsız ederdi. Çamaşır ve hamam günleri çocukların evde oynamalarından rahatsız olan annelerimiz, bizi ya sokağa gönderir ya da babalarımızı ikna edip dükkâna, işyerlerine götürmelerini sağlarlardı. Eskiden on-on iki yaşlarındaki çocuklar dahi anne ve babalarının denetimindeydi. Anne ve babaların izin verdiği ölçüde özgürdüler. Annemin yine çok meşgul, yoğun bir günüydü ve ben de ilkokulu bitirecek yaştaydım. Artık ne eve ne de sokağa yakışıyordum. Ama ne yapacağımı ve nereye gideceğimi de bilmiyordum. Babam tam kapıdan çıkarken anam yalvardı:
- Herif herif Allah rızası için bu Allah’ın ateşini bugün barabar götür. Nerdeyse senin qeder oldi, eyıptır artık evde qariların içinde oturi.Babam beni yeni görüyormuş gibi yukarıdan aşağıya süzmeye başladı ve kafasına yatmış olacak ki:
- Hadi ula düş ögüme barabar gidax.Babam önde ben arkada yürümeye başladık. O yıllarda erkekler genellikle sabah kahvaltılarını dışarıda yaparlardı. Öğlen yemeğine eve geldikleri olurdu ama akşam yemekleri mutlaka evde yenirdi. Babam bahçecilik ve çiftçilik yaptığı için sabit bir yazıhanemiz veya dükkânımız yoktu. Ailenin en büyük çocuğu bendim ve babam delikanlılığa adım atmaya hazırlanan oğlunu sevinç ve gururla kahvaltı etmek üzere buğday pazarındaki “Zeki’nin Kahvesi’ne” götürdü. Zeki’nin Kahvesi meşhur İlyas ve Muhlis kardeşlerin kahvaltı dükkânlarının bitişiğindeydi. Genellikle bütün esnaf ve zanaatkârlar özellikle sabah kahvaltılıklarını alır, Zeki’nin Kahvesi’nde veya kendi dükkânlarına çay isteterek kahvaltı ederlerdi.Zeki’nin Kahvesi’nde yapılan kahvaltıyı unutmak mümkün mü? Bölgenin en lezzetli yiyecekleri İlyas ve Muhlis kardeşlerin dükkânında satılırdı. Bu dükkândaki yiyeceklerin lezzetini başka bir yerde bulamazdınız. Özellikle peynir çeşitleri, tereyağı, bal şurubu, yoğurt ve yoğurt kaymağı inanılmaz lezzetliydi. Çevre dükkânların çırakları bu kahvaltılıktan almak için uzun kuyruklar oluştururlardı. Kalfalar ve dükkân sahibi büyükler bizzat dükkâna geldiklerinde sırayı bozar, zavallı çırakların sırasını alırlardı. Babam arkadaşlarıyla kürsülere oturup bana kahvaltı için para verince hemen kuyruğa girdim. Babamla arkadaşlarının yanında o bana bir iş vermenin ben de bir iş yapmamın gururunu paylaşıyorduk. Uzun kuyruktan sonra sıra bana geldiğinde büyük bir heyecanla peynir ve üzerine bal dökülmüş tereyağından alırken hayatımdaki bu ilk ciddi işimin sevinci ve heyecanı içinde kahveye yürüdüm. Tam da kahveci Zeki’nin tepside dizi dizi sıralanmış demli kaçak çayları masaya yerleştirdiği anda yetişmiştim. Bir yandan kahvaltı ediyor, diğer yandan da benimle ilgileniyorlardı.Özellikle hayatımın akışını değiştirecek olan insan, babamın karşısında oturan sevimli bir amcaydı. Başımı okşayarak babama okul durumumu soran bu amca Sinan Avcı idi. Gerçekten Sinan Avcı Diyarbakır’ın en meşhur avcılarının başında geliyordu. “Türkiye Atış Şampiyonası”nda birçok ödülü vardı. Sonraları kendisiyle beraber avcılık yaptım ve kendisine “abi” diye hitap etmeye başladım. Güzel bir dostluğumuz vardı. Güzel içki içerdi ve çok da esprili bir insandı.Sinan ağabey babama eğilerek sordu:
- Halil dayı bu delikanlıyı okutacaxsan değil?
- He ya Sinan, ilkokulu bitiri
- Nereye keydedecaxsan?
- Valla bilmiyem. Kolej diye bir gâvur okulu söliler ama bilmiyem ki!Kolej lafını duyar duymaz Sinan abi hemen söze girdi:
- Halil dayı sen Berat’ı birkaç gün dükkâna getir ben oni çalıştırayım. Bu okuli kazanmax ele kolay değil.Okulla ilgili birkaç şey daha anlattı. Bir hafta kadar her gün Sinan ağabeyin av malzemeleri satan dükkânına gidip gelmeye başladım. Sinan ağabey, bana test çözdürüyordu. Hayatımda ilk defa test çözüyordum ve bu testler bana çok yabancı geliyordu. Nihayet sınav günü geldi çattı ve ben bütün sülalenin dualarıyla kolej giriş sınavlarını kazandım. Sınavdan çıktıktan sonra kazanacağımı kesin olarak biliyordum. Nasıl mı? Çünkü ben bir hafta Sinan ağabeyin dükkânında sınavda çıkan testin aynısını çalışmışım. Demek ki o yıllarda basılan bir test birkaç yıl değiştirilmeden kullanılıyormuş. Sinan ağabeyin bu test nereden eline geçmiş bilemiyorum ama tahmin ediyorum kendisi de aynı soruların çıkacağını bilmiyordu. Beni teste alıştırmak için çalıştıran Sinan ağabey meğerse sınav sorularına çalıştırıyormuş. Kendisine daima minnet duydum ve saygımı hiç eksik etmedim. Test sorularının ilginçliğini şu soruyla anlamıştım. Bir kilo pamuk mu ağırdır yoksa bir kilo demir mi? Bu soruyu akşam evde sorduğumda şu yanıtı almıştım:- Ula bu oğlan şimdiden gâvur oldi. Heç bi kilo demirle bi kilo pamuk aynı olur! Töbe estafirullah.İşte böyle! Şans mı, tesadüf mü bilemiyorum ama ne olursa olsun hayatımın en büyük olayı gerçekleşmişti. Gerçi eğitim düzeyimin bu okula göre olmadığını, zorluğunu tüm eğitim hayatım boyunca hissettim. Ama olsun kazanmıştım ya! Nihayet okula kayıt yaptırdık ve yatılı olduğu için okul açıldığında getireceğimiz eşya ve giyeceklerin listesini aldık. Listede madde madde yazılanları teker teker okuyor ve böyle giyeceklerim olacağı için hem çok seviniyor hem de bir farklılık hissediyordum. Çünkü listede bilmediğimiz birçok şey yazılıydı.