Dr. Ecz. Metin UYAR yazdı…
Anti-aging alanındaki yeni araştırmaların sonuçlarına göre proteinlerimiz, DNA’nın kendisinden bile daha önemli… Cilt yaşlanmasını yavaşlatmak için serbest radikallerin proteinlerimize saldırmasını önlememiz gerekiyor. Bu yeni bilgi araştırmacıları proteinlerimizi koruyan aktif maddeler üzerinde çalışmaya yöneltiyor.
Geçtiğimiz ay Hırvatistan Split’te, “Mediterranean Institute for Life Sciences” adında harika bir araştırma enstitüsündeydim. Denize nazır, mini bir orman içerisinde olan bu enstitüdeyken, insan kendini bir masal diyarında gibi hissediyor. Doğal güzelliklerin etkisinden kurtulup içeriye girdiğimde ise modern laboratuvarlar ile karşılaşıyorum. Laboratuvarlarda araştırmacılar müthiş bir huzur ve sakinlik içerisinde sonuçları merakla beklenen araştırmalar yürütüyor. Duvarlarda sonuçlanan araştırmaların sunulduğu posterleri görüyorum. Araştırmacılardan birebir çalışmalarını dinliyorum. Dinledikçe ‘Genç, sağlıklı ve güzel kalmanın sırrı, bu laboratuvarlardan çıkabilir’ diyerek heyecanlanıyorum. Siz de benim gibi yaşlanma sürecini nasıl yavaşlatabileceğinizi ve dermokozmetikte trendin nereye kaydığını merak ediyorsanız buyrun yazıya… Öğrendiğim yenilikleri yazıda özetledim.
Enstitüde Bioderma ve Institut Estederm markalarının bir çatıda toplandığı NAOS’un da araştırma laboratuvarları var. Bu laboratuvarlarda yaşlanma sürecini anlamaya ve bu süreci yavaşlatmaya yönelik çalışmalar yürütülüyor. NAOS’un Araştırma ve İnovasyon Direktörü Eric Perrier ile yaşlanma sürecini konuştuktan sonra bu sürece dair yürüttükleri yeni araştırmaların ilgi çekici sonuçlarını tartışıyoruz. Perrier’e göre ultraviyole ışınları, çevre kirliliği, stres ve sigara gibi faktörler serbest radikal oluşumunu artırıyor. Bu durum da DNA’ya zarar vererek yaşlanma sürecini beraberinde getiriyor. Ancak sağlıklı bir hücrede enzimler ve proteinler bu hasarı onarıyor. İşte tam bu noktada proteinlerin, yaşlanma sürecine etkilerine dair çok yeni bilgiler var. Şöyle ki DNA’yı onaran proteinler hasar görürse, proteinleri onaracak bir mekanizmamız olmadığı için hücre hasarı çok büyük oluyor. Serbest radikaller proteinlere, onları karboksilleyerek saldırıyor. Karboksillenen proteinler hücre tarafından ‘toksik maddeler’ olarak algılanıyor. Cilt bu proteinleri aminoasitler yardımıyla temizlemeye çalışıyor. Temizlenemeyecek kadar çoğaldığında ise hücre ölümü gerçekleşiyor. Bu da yaşlanma belirtileri olarak karşımıza çıkıyor. Bu yeni gelişmelerin ışığında bilim dünyasının artık; onarım mekanizmasının görece daha iyi çalıştığı DNA’lar yerine, proteinlere odaklanmaya başladığını da Perrier’den öğreniyoruz.
Gelecekte cilt sorunları ortaya çıkmadan önlenebilir
Serbest radikallerin proteinlere saldırmasını önlemek için antioksidanların kullanılması gerekiyor. Likopen içeren domates, beta karoten içeren havuç yemek antioksidan alımı için iyi örnekler ama yeterli değil. En iyi antioksidanlar olan saf E vitamini ve beta karoteni bile kullansak oksidasyon sürecine karşı yüzde yüz etkili olamıyoruz. Perrier “Yeni çalışmalarla proteinlerin okside olmasını engelleyecek şekilde, onları sararak dış etkilere karşı korumamız gerektiğini öğrendik. Bu proteinleri koruyan aktif maddeleri geliştirirken, ekstrem ortamlarda yaşayan canlı metabolizmalarını inceledik. Çöllerde yaşayan bitkilerde, ekstrem ısı farklarında hayatını sürdürebilen hayvanlarda bulunan ektoin ve betain gibi proteinlerin; aşırı ısınmaya, aşırı nem kaybına karşı canlıyı koruduğunu keşfettik. Buna ‘Chaperone etkisi’ deniyor. Biz de buna benzer bir içerik üzerinde çalıştık. Institut Esthederm markası altında bu yeni molekülü sunmanın eşiğindeyiz. Bu bir tür karotenoid. Bu içerik sayesinde ciltte oluşan serbest radikal hasarını yüzde 90 oranında azaltabiliyoruz” diyor. Üstelik bu yaklaşımın faydaları antiaging etkiyle de sınırlı değil. Çünkü sağlıklı ciltle sorunlu cilt kıyaslandığında farklı protein türlerinin okside olduğunu gösteren araştırma sonuçları var. Örneğin, araştırmacılar sedef hastalarında 20 tür proteinin okside olduğunu tespit etti. Bu da demek oluyor ki bu proteinlerin okside olması engellenebilirse kişinin sedef hastası olması da önlenebilir. Yani bu gelişmeler cilt sorunlarının daha ortaya çıkmadan önlenebileceği bir geleceği işaret ettiği için heyecan yaratıyor.
Dermokozmetikte yeni yaklaşım: Ekobiyoloji
Mediterranean Institute for Life Sciences’ta iki gün boyunca düzenlenen “The Ecobiology Summit”i de takip ettim. Dünyanın farklı ülkelerinden gelen bilim insanları ve medya mensupları olarak bu iki günde öğrendik ki; dermokozmetikte “Ekobiyoloji” isimli yeni bir yaklaşımla karşı karşıyayız. Ekobiyoloji cildimizin çevresiyle ve vücudun işleyişiyle uyumunu anlamaya çalışan bir bilim ve bu yaklaşıma göre sağlıklı bir cilde sahip olmak için cildi korumanın yanı sıra savunma sistemlerini ve doğal mekanizmalarını güçlendirerek, cildin dış çevreye adaptasyonunu artırmak gerekiyor. Yani uzmanlar cildi sadece güneşten korumak yerine, onu maruz kalacağı güneşe adapte ederek uğrayacağı zararı en aza indirmekten bahsediyor. Buna güneş koruyucu ürünler üzerinden bir örnek verebiliriz. Güneş koruyucular içerisinde filtre bulunuyor. Bu filtreler, ürünün güneşten korumasını sağlıyor. Sadece bu özelliği bulunan ürünler klasik anlamda bir koruma sağlıyor. Bir ürün, cildin savunma sistemlerini harekete geçiren ancak aşırı güneş varlığında ölen langerhans hücrelerimizi de koruyorsa; o zaman cildin doğal mekanizmalarını da güçlendirmiş oluyor. Bu nedenle de ekobiyolojiye uyumlu bir ürün olarak değerlendirilebiliyor.
“Mükemmelliğe çıkarılacak bir şey kalmadığında ulaşılır”
Ekobiyoloji yaklaşımına göre bir ürünü cildimize süreceksek, o üründeki aktif madde sayısı ve oranı optimumda olmalı. Yani ne çok ne de az… Aksi takdirde belirli bir noktadan sonra cilt dışarıdan uyguladığımız maddeleri tolere edemeyecek bir noktaya geliyor, cildin bariyer fonksiyonu bozuluyor ve cilt tepki göstermeye başlıyor. İleri yaşlarda sık karşılaşılan cilt kaşınmalarının da bu durumun bir sonucu olabileceği vurgulanıyor. Doğal ürünleri “zararsız” zannederek kullanmak da ekobiyolojiye göre yanlış! Eric Perrier doğal ürünlerin içerisinde de yüzlerce fitokimyasal bulunduğunu ve bunların hangilerinin nasıl bir etkiye yol açabileceğinin bilinemeyeceğini söylüyor. Doğal ürünler kullanacaksak da saf ekstrelerin kullanılmasının daha iyi olabileceği konusunda uyarıyor. Ayrıca ekobiyoloji yaklaşımına göre cilt bir ekosistem olarak değerlendiriliyor. Dolayısıyla nasıl ki çevreyi kirletmekten kaçınıyorsak, cildimize uygulayacağımız ürünlerde de sürdürülebilirlik açısından kirleticilerden, aşırı temizleyicilerden, cildi köpürten deterjanlardan kaçınmak gerekiyor. Yani bu yaklaşım Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint-Exupery’nin de dediği gibi; “Mükemmelliğe ekleyecek bir şey değil, çıkaracak bir şey kalmadığında ulaşılır” felsefesine dayanıyor. Günümüzde ne yazık ki; insanlar ciltlerini kimyasallara özellikle de yüksek dozda ve sürekli maruz bıraktığından, hassas ciltli insan sayısı giderek artıyor. Araştırmacılara göre, sağlıklı bir cilt için; gereksiz ve kalitesiz ürün kullanımdan kaçınmak, dermokozmetik ürünlerle cildi bir sorunla karşılaşmadan korumak ve bunun yanı sıra antioksidan ağırlıklı kaliteli gıdalar tüketmek, stres ve sigara gibi olumsuz etkenlerden uzak durmak, yeterince uyumak ve ruhumuzu iyi beslemek gerekiyor.